NECİP FAZIL KISAKÜREK ---------------------------------------------- ZİNDANDAN MEHMETE MEKTUP Zindan iki hece.Mehmed'im lafta! Baba katiliyle baban bir safta! Bir de geri adam,boynunda yafta... Halimi düşünüp yanma Mehmed'im! Kavuşmak mi?..Belki ..Daha ölmedim! Avlu... Bir uzun yol... Tuğla döşeli, Kırmızı tuğlalar altı köşeli. Bu yol da tutuktur hapse düşeli... Git ve gel... Yüz adım...Bin yıllık konak Ne ayak dayanır buna ,ne tırnak! Bir alem ki, gökler boru içinde. Akıl almazların zoru içinde Üstüste sorular soru içinde. Düşün mü,konuş mu, sus mu ,unut mu? Buradan insan mı çıkar,tabut mu? Bir idamlık Ali vardı,asıldı Kaydını düştüler,mühür basıldı. Geçti gitti,birkaç günlük fasıldı Ondan kalan,boynu bükük ve sefil; Bahçeye diktiği üç beş karanfil... Müdür bey dert dinler,bugün"maruzat"! Çatık kaş...Hükumet dedikleri zat... Beni Allah tutmuş kim eder azat? Anlamaz;yazısız,pulsuz,dilekçem... Anlamaz!ruhuma geçti bilekçem! Saat beş dedi mi,bir yırtıcı zil Sayım var, maltada hizaya dizil! Tek yekun içinde yazıl ve çizil! Insanlar zindanda birer kemmiyet; Urbalarla kemik,mintanlarla et. Somurtuş gibi bıçak,nara gibi tokat; Zift dolu gözlerde karanlık kat kat... Yalnız seccademin yönünde şefkat Beni kimsecikler okşamaz madem Öp beni alnımdan,sen öp seccadem! Çaycı getir ilaç kokulu çaydan! Dakika düşelim,senelik paydan! Zindanda dakika farksız aydan Karıştır çayını zaman erisin Kopuk kopuk,duman duman erisin! Peykeler,duvara mihli peykeler Duvarda,başlardan yağlı lekeler Gömülmüş duvara,bas bas gölgeler... Duvar,katil duvar yolumu biçtin Kanla dolu sünger... Beynimi içtin Sukut...Kıvrım kıvrım uzaklık uzar Tek nokta seçemez dünyada nazar Yerinde mi acep,ölü ve mezar? Yeryüzü boşaldı habersiz miyiz? Güneşe göç varda ,kalan biz miyiz? Ses demir,su demir ve ekmek demir... İstersen demirde muhali kemir. Ne gelir ki elden,kader bu,emir... Garip pencerecik,küçük daracık; Dünyaya kapalı,Allah'a açık Dua,dua eller karıncalanmış; Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış Gözyaşı bir tarla,hep yoncalanmış Bir soluk,bir tütsü,bir uçan buğu İplik ki incecik,örer boşluğu Ana rahmi zahir ,şu bizim koğuş Karanlığında nur,yeniden doğuş.... Sesler duymaktayım;Davran ve boğuş! Sen bir devsin,yükü ağırdır devin! Kalk ayağa,dimdik doğrul ve sevin! Mehmed'im,sevinin ,başlar yüksekte! Ölsek de sevinin,eve dönsek de! Sanma bu tekerlek kalır tümsekte! Yarın elbet bizim,elbet bizimdir! Gün doğmuş ,gün batmış ,ebed bizimdir NECİP FAZIL KISAKÜREK BU ŞİİRİ R.TAYYİP ERDOĞAN SESLENDİRMİŞTİ DİNLEMENİZDE FAYDA VAR GÜZEL OKUMUŞ ------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------ İşim Acele Gökte zamansızlık hangi noktada? Elindeyse yıldız yıldız hecele! Hüküm yazılıyken kara tahtada İnsan yine çare arar ecele! Gençlik... Gelip geçti... bir günlük süstü; Nefsim doymamaktan dünyaya küstü. Eser darmadağın, emek yüzüstü; Toplayın esyamı, işim acele! (1972) Necip Fazıl Kısakürek --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- ANNEME MEKTUP Ben bu gurbete ile düştüm düşeli, Her gün biraz daha süzülmekteyim. Her gece, içinde mermer döşeli, Bir soğuk yatakta büzülmekteyim. Böylece bir lâhza kaldığım zaman, Geceyi koynuma aldığım zaman, Gözlerim kapanıp daldığım zaman, Yeniden yollara düzülmekteyim. Son günüm yaklaştı görünesiye, Kalmadı bir adım yol ileriye; Yüzünü görmeden ölürsem diye, Üzülmekteyim ben, üzülmekteyim NECİP FAZIL KISAKÜREK ------------------------------------------------------------------------------------------------------- ÇİLE Gaiblerde bir ses geldi: Bu adam, Gezdirsin boşluğu ense kökünde! Ve uçtu tepemden birdenbire dam; Gök devrildi, künde üstüne künde... Pencereye koştum: Kızıl kıyamet! Dediklerin çıktı, ihtiyar bacı! Sonsuzluk, elinde bir mavi tülbent, Ok çekti yukardan, üstüme avcı Ateşten zehrini tattım bu okun, Bir anda kül etti can elmasımı. Sanki burnum, değdi burnuna (yok)un, Kustum, öz ağzımdan kafatasımı Bir bardak su gibi çalkalandı dünya; Söndü istikamet, yıkıldı boşluk. Al sana hakikat, al sana rüya! İşte akıllılık, işte sarhoşluk! Ensemin örsünde bir demir balyoz, Kapandım yatağa son çare diye. Bir kanlı şafakta, bana çil horoz, Yepyeni bir dünya etti hediye Bu nasıl bir dünya, hikayesi zor; Makâni bir satıh, zamanı vehim. Bütün bir kainat muşamba dekor, Bütün bir insanlık yalana teslim. Nesin sen, hakikat olsan da çekil! Yetiş körlük, yetiş, takma gözde cam! Otursun yerine bende her şekil; Vatanım, sevgilim, dostum ve hocam! Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın, Benliğim bir kazan ve aklım kepçe, Deliler köyünden bir menzil aşkın, Her fikir içimde bir çift kelepçe. Niçin küçülüyor eşya uzakta? Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl? Zamanın raksı ne bir yuvarlakta? Sonum varmış, onu ögrensem asıl? Bir fikir ki sıcak yarad kezzap, Bir fikir ki, beyin zarında sülük. Selam sana haşmetli azap; Yandıkça gelişen tılsımlı kütük. Yalvardım: Gösterin bilmeceme yol! Ey yedinci gök, esrarını aç! Annemin duası, düş de perde ol! Bir asâ kes bana, ihtiyar ağaç! Uyku, katillerin bile çeşmesi; Yorgan, Allahsıza kadar sığınak. Teselli pınarı, sabır memesi; Size şerbet, bana kum dolu çanak. Bu mu, rüyalarda içtiğim cinnet, Sırrını ararken patlayan gülle? Yeşil asmalarda depreniş, şehvet; Karınca sarayı, kupkuru kelle... Akrep nokta nokta ruhumu sokmus, Mevsimden mevsime girdim böylece. Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş, Fikir çilesinden büyük işkence. Evet, her şey bende bir gizli düğüm; Ne ölüm terleri döktüm, nelerden! Dibi yok göklerden yeter ürktüğüm, Yetişir çektiğim mesafelerden! Ufuk bir tilkidir, kaçak ve kurnaz; Yollar bir yumaktır, uzun ve dolaşık. Her gece rüyamı yazan sihirbaz, Tutuyor önümde bir mavi ışık. Büyücü, büyücü ne bana hıncın? Bu kükürtlü duman, nedir inimde? Camdan keskin, kıldan ince kılıcın, Bir zehir kıymak gibi, beynimde. Lugat, bir isim ver bana halimden; Herkesin bildiği dilden bir isim! Eski esvaplarım, tutun elimden; Aynalar söyleyin bana, ben kimim? Söyleyin, söyleyin, ben miyim yoksa, Arzı boynuzunda taşıyan öküz? Belâ mimarının seçtiği arsa; Hayattan mühacir; eşyadan öksüz? Ben ki, toz kanatıi bir kelebeğim, Minicik gövdeme yüklü Kafdağı, Bir zerrecigim ki, Arş'a gebeyim, Dev sancılarımın budur kaynağı! Ne yalanlarda var, ne hakikatta, Gözümü yumdukça gördüğüm nakış. Boşuna gezmişim, yok tabiatta, İçimdeki kadar iniş ve çıkış. Gece bir hendeğe düşercesine, Birden kucağına düştüm gerçeğin. Sanki erdim çetin bilmecesine, Hem geçmis zamanın, hem geleceğin. Açıl susam, açıl! Açıldı kapı; Atlas sedirinde mavera dede. Yandı sırça saray, ilahi yapı, Binbir avizeyle uçsuz maddede. Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik; Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur. Içiçe mimari, içiçe benlik; Bildim seni ey Rab, bilinmez bilinmez meşhur! Nizam köpürüyor, med vakti deniz; Nizam köpürüyor, ta çenemde su. Suda bir gizli yol, pırılıtılı iz; Suda ezel fikri, ebed duygusu. Kaçır beni ahenk, al beni birlik; Artık barınamam gölge varlıkta. Ver cüceye, onun olsun şairlik, Şimdi gözüm, büyük sanatkarlıkta. Öteler öteler, gayemin malı; Mesafe ekinim, zaman madenim. Gökte saman yolu benim olmalı; Dipsizlik gölünde, inciler benim. Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök! Heybem hayat dolu, deste ve yumak. Sen, bütün dalların birleştiği kök; Biricik meselem, Sonsuza varmak... NECİP FAZIL KISAKÜREK ---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- Mehmet Akif Ersoy'un Şiirlerinden bir kaçı GİTME EY YOLCU Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım Elemim bir yüreğin karı değil, paylaşalım Ne yapıp ye'simi kahreyleyeyim, bilmem ki? Öyle dehşetli muhitimde dönen matemki! Ah! Karşımda vatan namına bir kabristan yatıyor şimdi Nasıl yerlere geçmez insan Şu mezarlar ki uzanmış gidiyor, ey yolcu Nereden başladı yükselmeye, bak, nerede ucu ------------------------------------------------------------------------------------------------------------ KOSOVA Nerede olsam karşıma çıkıyor bir kanlı ova Sen misin yoksa hayalin mi vefasız kosova Hani binlerce mefahirdi senin her adımın Hani sinende yarıp geçtiği yol Yıldırım'ın Hani asker, hani kalbinde yatan şah-ı şehid Söyle Meşhed öpeyim secde edip toprağını Yokmudur Murad'ın sende iki üç damla kanı -------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- ŞEHİTLER ABİDESİ İÇİN Gökkubbenin altında yatar, al kan içinde, Ey yolcu, şu toprak için can veren erler. Hakk'ın bu veli kulları taş türbeye girmez, Gufrana bürünmüş, yalınız Fatiha bekler -------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- SÜLEYMANİYE KÜRSÜSÜNDEN Bir de İstanbul'a geldim ki: bütün çarşı, pazar Naradan çalkanıyor, öyle ya... HÜrriyet var! Galeyan geldi mi, mantık savuşurmuş... doğru: Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru. Kimse farkında değil, anlaşılan, yaptığının; Kafalar tütsülü hulya ile, gözler kızgın; Sanki zincirdekiler hep boşanır zincirden, Yıkıvermiş de tımarhaneyi çıkmış birden! Zurnalar şehr ahalisini takmış peşine; Yedisinden tutarak ta dayanın yetmişine! Eli bayraklı alaylar yürüyor dört keçeli, En ağır başlısının bir zili eksik, belli! Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük. Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük! Kim ne söylerse, hemen el vurup alkışlayacak -Yaşasın -Kim yaşasın? -Ömrü olan. -Şak! Şak! Şak! Ne devairde hükümet, ne ahalide bir iş! Ne sanayi, ne maarif, ne alış var, ne veriş. Çamlıbel sanki şehir, zabıta yok, rabıta yok; Aksa kan sel gibi, dindirecek vasıta yok. "Zevk-i hürriyeti onlar daha çok anlamalı" Diye mekteblilerin mektebi tekmil kapalı! İlmi tazyik ile ta'lim, o da istibdad Haydi öyleyse çocuklar, ebediyyen azad. Nutka gelmiş öte dursun hocalar bir yandan... Sahneden sahneye koşmakta bütün şakirdan. Kör çıban neşterin altında nasıl patlarsa, Hep ağızlar deşilip, kimde ne cevher varsa, Saçıyor ortaya, ister temiz, ister kirli; Kalmıyor kimseciğin muzmeri artık gizli. Dalkavuk devri değil, eski kasaid yerine Üdebanız ana-avrat sövüyor birbirine. Türlü adlarla çıkan namütenahi gazete, Ayrılık tohumunu bol bol atıyor memlekete. İt yetiştirmek için toprağı gayet münbit Bularak fuhş ekiyor salma gezen bir sürü it Yürüyor dine beş on maskara, alkışlanıyor, Nesl-i hazır bunu hürriyet-i vicdan sanıyor. Kadın erkek koşuyor borc ederek Avrupa'ya... Sapa düşmekte bizim şıklara, zannım Asya. Hakka tevfiz ile üç dane yetişmiş kızını, Taşıyanlar bile varmış, buradan baldızını... Analık ilmi için Paris'e, yüksünmeyerek... Yük ağır, ecri de nisbetle azim olsa gerek. ------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------ ÇANAKKALE ŞEHİDLERİNE Şu boğaz harbi nedir, var mı ki dünyada eşi? En kesif orduların, yükleniyor dördü beşi Şüheda gövdesi, bir baksana dağlar taşlar... O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar, Yaralanmış tertemiz alnından uzanmış yatıyor; Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor! Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer. Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i... Bedr'in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi... Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? "Gömelim gel seni tarihe!" desem, sığmazsın. Herc ü merc ettiğin edvara yetmez o kitab... Seni ancak ebediyyetler eder istiab. "Bu, taşındır" diyerek Kabe'yi diksem başına; Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle, Kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle; Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan; Yedi kandilli Süreyya'yı uzatsam oradan; Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına, Uzanırken gece mehtabı getirsem yanına, Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem; Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem; Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana... Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana. Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini, Şarkın en sevgili sultanı Salahaddin'i, Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran... Sen ki islamı kuşatmış, doğuyorken hüsran, O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın; Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın; Sen ki; a'şara gömülsen taşacaksın... Heyhat, Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat... Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber. ---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- İBRAHİM SADRİ BİZİM DE YAŞADIĞIMIZ bizim de yaşadığımız hayattır kardeşim bizde soluk alıp vermekteyiz yani yer insan gibi sevmekteyiz, sevilecek şeyleri bir kırçiçeğini çimeni toprağı börtü böceği kurban bayramlarında kınalı koçları başları eloyası işlemeli yenmeni ile kapalı bembeyaz saçları kırış kırış alınlı pencere kenarlarında oğullarını bekleyen anaları bizimde yaşadığımız hayattır kardeşim günün birinde resmi kayıtlara evraklara sicillere ve dosyalara geçtiyse de adımız fotoğrafımızın üstüne bir mühür basıldıysa da bir önden bir yandan göründüysek de sabıka kayıtlarında bizim de yaşadığımız hayattır kardeşim bizde soluk alıp vermekteyiz yani her insan gibi sevmekteyiz, sevilecek şeyleri nezarethaneleri bildiğimiz kadar koğuş raconlarını bildiğimiz kadar iflah etmez mapusane türkülerini bildiğimiz kadar güzel şeyleri de biliriz kardeşim kalbim ağrıyorsa da kardeşim gönlüm bunalıyorsa da tedirginsem kuşkuluysam kalın kitapların yazdığına bakarsan acayip suçluysam havada ihanet dışarıda sıcak duvarlarda yazılar kalbimizde acılar varsa da bizimde yaşadığımız hayattır kardeşim mektubun geldi bugün haziran kimselere göstermediğin ak saçlarının kıvrımlarından haberin geldi iki damla göz yaşın sarı kağıtta çok bakarsın yağmur yağan da ıslak ve buğulu camların ardından bilirim bilirim, acı nasıl da oturur adam yüreğine ne var yani işte iyiyim diyorum ya inan olsun iyiyim anne insan gerçekten iyi oluyor, iyiyim dedikçe bak üzülme yazıyorum bir daha ne'olur üzülme üzülmüyor analar oğuları üzülme dedikçe bizimde yaşadıgımız hayattır kardeşim bizde soluk alıp vermekteyiz yani yer insan gibi sevmekteyiz, sevilecek şeyleri bir kırçiçeğini çimeni toprağı börtü böceği kurban bayramlarında kınalı koçları başları eloyası işlemeli yenmeni ile kapalı bembeyaz saçları kırış kırış alınlı pencere kenarlarında oğullarını bekleyen anaları --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- sizlerde paylaşırsanız memnun olurum hsd.
ÇANAKKALE ŞİİRLERİ BİR YOLCUYA ( Bu şiir Gelibolu yamaçlarında yazıldı.). Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın, Bu toprak, bir devrin battığı yerdir. Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın, Bir vatan kalbinin attığı yerdir. Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda, Gördüğüm bu tümsek, Anadolu’nda, İstiklal uğrunda, namus yolunda, Can veren Mehmed’in yattığı yerdir. Bu tümsek, koparken büyük zelzele, Son vatan parçası geçerken ele, Mehmed’in düşmanı boğuldu sele, Mübarek kanını kattığı yerdir. Düşün ki, hasrolan kan, kemik, etin, Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin, Bir harbin sonunda, bütün milletin, Hürriyet zevkini tattığı yerdir. NECMETTİN HALİL ONAN ----------------------------------------------- EN SEVDİĞİM DE İÇLERİNDE BUDUR ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE BAŞKA HİÇBİR SÖZ ANLATAMAZ ÇANAKKALE ŞEHİDLERİNE Su boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?En kesif orduların yükleniyor dördübeşi, -Tepeden yol bularak geçmek için Marmara' ya- Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. Ne hayasızca tahassüd ki ufuklar kapalı!Nerde-gösterdiği vahşetle " bu, bir Avrupalı Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,Varsa gelip açılıp mahpesi, yahut kümesi Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvam-i beşer, Kaynıyor kum gibi... mahşer mi, hakikat mahşer.Yedi iklimi cihanın duruyor karşısında Ostralya' yla beraber bakıyorsun: Kanada!Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk; Sade bir hadise var ortada: Vahşetler denk. Kimi hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela...Hani, taunada züldür bu rezil istila! Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-u asil, Ne kadar gözdesi mevcud ise hakkiyle sefil, Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına. Maske yırtılmasa hala bize afetti o yüz...Medeniyyet denilen kahpe, hakikat,yüzsüz. Sonra mel' undaki tahribe müvekkel esbab, Öyle müthiş ki: eder her biri bir mülkü harab.Öteden saikalar parçalıyor afakı; Beriden zelzeleler kaldırıyor a' makı;Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin: Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam; Atılan her lağamın yaktığı yüzlerce adam. Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; O ne müthiş tipidir: savrulur enkaz-i beşer... Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak; Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.Saçıyor zırha bürünmüş de o namerd eller, Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere, Sürü halinde gezerken sayısız tayyare.Top tüfekten daha sık, gülle yağanmermiler.. Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler! Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;Alınır kal' a mı göğsündeki kat kat iman? Hangi kuvvet onu, haşa, edecek kahrına ram? Çünkü te'sis-i ilahi o metin istihkam.Sarılır, indirilir mevk-i müstahkemler, Beşerin azmini tevkif edemez sun'-u beşer;Bu göğüslerse Huda' nin ebedi serhaddi; "O benim sun'-u bediim, onu çiğnetme! " dedi. Asım’ın nesli.diyordum ya.nesilmiş gerçek;İşte çiğnetmedi namusunu,çiğnetmeyecek Şüheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar,Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor; Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor! Ey, bu topraklar için toprağa düsmüs,asker!Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid' i Bedr' in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi... Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?" Gömelim gel seni tarihe!"desem, sığmazsın. Herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitap..Seni ancak ebediyyetler eder istiab. "Bu, taşındır" diyerek Kabe' yi diksem başına; Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namiyle,Kanayan lahdine çeksem bütün ecramiyle; Ebr-i nisani açık türbene çatsam da tavan,Yedi kandilli Süreyya' yı uzatsam oradan; Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına, Uzanırken, gece mehtabı getirsem yanına, Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem; Tüllenen mağbiri, akşamları,sarsam yarana.Yine bir şey yapabildim diyemem hatırına. Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini;Şark’ın en sevgili sultanı Selahaddin' i, Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran..Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;Sen ki,ruhunla beraber gezer ecrami adin Sen ki, a'sara gömülsen taşacaksın...Heyhat!.. Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat... Ey sehid oğlu sehid, isteme benden makber,Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber. Mehmed Akif Ersoy ------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- BÜLENT ECEVİT ÇANAKKALE "Söyle Arkadasim" dedi Anadolulu Mehmet yanibasindaki Anzak erine "nereden kopup gelmissin, neden çökmüs bu mahsunluk üzerine?" "DUNYANIN ÖBÜR UCUNDAN" dedi gencecik Anzak "Öyle yazmislar mezar tasima. dogdugum yerler öylesine uzak, örtündügüm topraksa gurbet bana." "Dert edinme arkadasim"dedi Mehmet "degil mi ki bizlerle birlesti kaderin, degil mi ki yurdumuzun koynundasin ilelebet, sende artik bizdensin, sende bencileyin bir Mehmet" Çanakkale'de topraginin üstü cennet alti mezar kavga bitmis mezarlarda kaynas olmus yiten canlar. "ya sen dedi Mehmet oyun çagindaki Ingiliz erine, "yasin ne senin kardes böylesine erken buralarda isin ne?" "yasim sonsuza dek onbes" dedi ufak tefek Ingiliz eri. "köyümde askercilik oynar costururdum trampetimle bizimkileri derken kendimi cephede buldum oyun muydu, gerçek miydi anlamadan, bir sahici kursunla vuruldum. Sustu boynumdaki trampet, son verildi böylece oyundan bozma isime Gelibolu'da bana da bir mezar kazildi mezar tasima ON BESINDE TRAMPETÇI" yazildi. Öyküm de künyem de bundan ibaret." Yagmur yagiyordu usul usul topraga gozyaslari düserek üstüne sanki damla damla agliyordu uzaktan uzaga sahibini yitiren bir trampet "ya sizler" dedi Mehmet dünyanin dört kitasindan mezarlar dolusu erlere, "hangi rüzgar savurdu sizleri bu bilmediginiz yerlere" kimi Ingilizdi, kimi Iskoç kimi Fransizdi, kimi Senegalli kimi Hintli kimi Nepalli kimi Avustralya'dan kimi yeni Zelanda'dan Anzak gemiler dolusu asker her biri niye geldiginden habersiz Gelibolu'nun oya gibi koylarindan sizarak tirmanmislardi daga bayira siper siper yara gibi yarilan toprak mezar olmustu savas ardindan onlara. Kiminin BURADA YATTIGI SANILIR Kiminin ADI BILINSE DE MEZARI BILINMEZ kiminin de mezar tasinda on alti on yedi on sekiz yasinda EBEDI ISTIRAHATE ÇEKILDIGI yazili. Çanakkale topraklarinda, her birinin erken biten yasam öyküsü eski yazitlar gibi taslara böyle kazili. Anlamaz miyim" dedi "halinizden kardesler" adina yazili tasi bile olmayan asker Anadolulu Mehmet ben de yuzyillarca yaban ellerde neyin ugruna bilmeden can vermisim kendi yurdum ugruna can vermenin tadina ilk kez Çanakkale'de ermisim. Ugrunda can verdikce vatandi ancak ekip biçtigim padisah mülkü toprak degil mi ki sizler alamasaniz bile bu topraklar almis sizi sizleri basmis bagrina sizlere de vatan sayilir artik Çanakkale. Çanakkale'de topraginin üstü cennet alti mezar kavga bitmis mezarlarda kaynas olmus yiten canlar. Bir garip savasti Çanakkale savasi kizistikça kizginligi dindiren ara verildikçe atese düsmani kardese döndüren bir savasti. Kiyasiya bir savasti ama saygi üreten bir savas yaklastikça birbirine karsilikli siperler gönüller de yakinlasti düstükçe vurusanlar topraga dostlar gibi kaynasti. Savas bitti.Ölenler kaldi saglar gitti köylü köyune döndü evli evine kir çiçekleri geldiler akin akin çekilen askerlerin yerine yaban gülleri, dag laleleri, papatyalar,kilim kilim yayildilar topraga. Siper siper topragin savas yaralarini örttüler koyunlar koruganlari yuva yapti kendine kuslar döndü gökyüzüne kursunlarin yerine. Çiçegiyle yemisiyle yesiliyle silah yerine saban tutan elleriyle geri aldi savas alanlarini doga can geldi topraga silindikçe kan izleri. Yeryüzünde cennet oldu öylece o cehennem savas yeri simdi Çanakkale Gelibolu bahçe bahce, ülke ülke mezar dolu. Üstü cennet alti mezar Çanakkale topraginin kavga bitmis mezarlarda kaynas olmus yiten canlar. Huzur içinde uyusun vurustuklari toprakta kavgadan kinden uzakta yanyan dostça yatanlar. BÜLENT ECEVIT ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Nazım Hikmet Ran, Kuvay-i Milliye'den... Saat 2.30. Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır, ne ağaç, ne kuş sesi, ne toprak kokusu vardır. Gündüz güneşin, gece yıldızların altında kayalardır. Ve şimdi gece olduğu için ve dünya karanlıkta daha bizim, daha yakın, daha küçük kaldığı için ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten evimize, aşkımıza ve kendimize dair sesler geldiği için kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi okşayarak gülümseyen bıyığını seyrediyordu Kocatepe'den dünyanın en yıldızlı karanlığını. Düşman üç saatlik yerdedir ve Hıdırlık-tepesi olmasa Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek. Küzeydoğuda Güzelim-dağları ve dağlarda tek tek ateşler yanıyor. Ovada Akarçay bir pırıltı halinde ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var : Akarçay belki bir akar su, belki bir ırmak, belki küçücük bir nehirdir. Akarçay Dereboğazı'nda değirmenleri çevirip ve kılçıksız yılan balıklarıyla Yedişehitler kayasının gölgesine girip çıkar. Ve kocaman çiçekleri eflâtun kırmızı beyaz ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki haşhaşların arasından akar. Ve Afyon önünde Altıgözler Köprüsü'nün altından gündoğuya dönerek ve Konya tren hattına rastlayıp yolda Büyükçobanlar Köyü'nü solda ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp gider. Düşündü birdenbire kayalardaki adam kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri. Kim bilir onlar ne kadar büyük, ne kadar uzundular? Birçoğunun adını bilmiyordu, yalnız, Yunan'dan önce ve Seferberlik'ten evvel Selimşahlar Çiftliği'nde ırgatlık ederken Manisa'da geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek. Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu. Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, birdenbire beş adım sağında onu gördü. Paşalar onun arkasındaydılar. O, saatı sordu. Paşalar : «Üç,» dediler. Sarışın bir kurda benziyordu. Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu. Bıraksalar ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı. Saat 3.30. Halimur - Ayvalı hattı üzerinde manga mevziindedir. İzmirli Ali Onbaşı (kendisi tornacıdır) karanlıkta gözyordamıyla sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi baktı manga efradına birer birer : Sağda birinci nefer sarışındı. İkinci esmer. Üçüncü kekemeydi fakat bölükte yoktu onun üstüne şarkı söyliyen. Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı. Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam. Altıncı, inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam, memlekette toprağını ve tek öküzünü ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için kardeşleri onu mahkemeye verdiler ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için ona «Deli Erzurumlu» derdiler. Yedinci, Mehmet oğlu Osman'dı. Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'da yaralandı ve gözünü kırpmadan daha bir hayli yara alabilir, yine de dimdik ayakta kalabilir. Sekizinci, İbrahim, korkmıyacaktı bu kadar bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp birbirine böyle vurmasalar. Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki : tavşan korktuğu için kaçmaz kaçtığı için korkar. Saat 4. Ağzıkara - Söğütlüdere mıntıkası. On ikinci Piyade Fırkası. Gözler karanlıkta, uzakta. Eller yakında, makanizmalar üzerinde. Herkes yerli yerinde. Tabur imamı mevzideki biricik silâhsız adam : ölülerin adamı, kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru, durdu boyun büküp el kavuşturup sabah namazına. İçi rahattır. Cennet, ebedî bir istirahattır. Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı, meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir Cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı. Saat 4.45. Sandıklı civarı. Köyler. Sarkık, siyah bıyıklı süvari, çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu. Çukurova beygiri kuyruğunu karanlığa vuruyordu : dizkapaklarında kan, kantarmasında köpük... İkinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük, atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor. Geride, köylerde bir horoz öttü. Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari ellerinin tersiyle yüzünü örttü. Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan bir başka horoz vardır : baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu. Düşmanlar herhal onu çoktan kesip çorbasını yapmışlardır... Saat beşe on var. Kırk dakka sonra şafak sökecek. «Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak». Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde, On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti ve onların genci, uzunu, Darülmuallimin mezunu Nurettin Eşfak, mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak konuşuyor : -Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var, bilmem ki, nasıl anlatsam, Âkif, inanmış adam, fakat onun, ben, inandıklarının hepsine inanmıyorum. Meselâ, bakın : «Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.» Hayır, gelecek günler için gökten âyet inmedi bize. Onu biz, kendimiz vaadettik kendimize. Bir şarkı istiyorum zaferden sonrasına dair. «Kim bilir belki yarın...» Saat beşe beş var. Dağlar aydınlanıyor. Bir yerlerde bir şeyler yanıyor. Gün ağardı ağaracak. Kokusu tütmeğe başladı : Anadolu toprağı uyanıyor. Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp ve pırıltılar görüp ve çok uzak çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak bir müthiş ve mukaddes mâcereda, ön safta, en ön sırada, şahlanıp ölesi geliyordu insanın. Topçu evvel mülâzımı Hasan'ın yaşı yirmi birdi. Kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa. Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa. Şimdi bir hamlede o kadar büyük, öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki bütün ömrünü ve hâtırasını ve yedi buçukluk bataryasını ağlanacak kadar küçük buluyordu. Yüzbaşı sordu : - Saat kaç? - Beş. - Yarım saat sonra demek... 98956 tüfek ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar, bütün âletleriyle ve vatan uğrunda, yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle Birinci ve İkinci ordular baskına hazırdılar. Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde, beygirinin yanında duran sarkık, siyah bıyıklı süvari kısa çizmeleriyle atladı atına. Nurettin Eşfak baktı saatına : - Beş otuz... Ve başladı topçu ateşiyle ve fecirle birlikte büyük taarruz... Sonra. Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü. Bunlar : Karahisar güneyinde 50 ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler. Sonra. Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik Aslıhanlar civarında 30 Ağustosa kadar. Sonra. Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu. Esirler arasında General Trikopis : Alaturka sopa yemiş bir temiz ve sırmaları kopuk frenk uşağı... Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak'ın ayağı. Nurettin dedi ki : «Teselyalı Çoban Mihail,» Nurettin dedi ki : «Seni biz değil, buraya gönderenler öldürdü seni...» Sonra. Sonra, 31 Ağustos günü ordularımız İzmir'e doğru yürürken serseri bir kurşunla vurulan Deli Erzurumluydu. Devrildi. Kürek kemikleri altında toprağı duydu. Baktı yukarı, baktı karşıya. Gözler hayretle yandılar : önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları her seferkinden kocamandılar. Ve bu postallar daha bir hayli zaman üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından seyredip güneşli gökyüzünü ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler. Sonra... Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden yüzlerini toprağa döndüler... Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı. Kan içindeydi yüzü gözü. Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala. Kaçanı kovalamıyordu yalnız ulaşmak da istiyordu bir yerlere ve sadece kahretmiyor yaratıyordu da. Ve kılıçların, nalların, ellerin ve gözlerin pırıltısı ardarda çakan aydınlık bir bütündü. Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü ve şu türküyü duydu : «Dörtnala gelip Uzak Asya'dan Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim. Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak ve ipek bir halıya benziyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim. Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, yok edin insanın insana kulluğunu, bu dâvet bizim... Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim...»
Ne hasta bekler sabahı, Ne taze ölüyü mezar! Ne de şeytan günahı, Seni beklediğim kadar!... Mükemmel bir dörtlük Necip Fazıl olması gerekiyor yazanı...Bilenler devamını yazabilirmi aklımda tam olarak bu kadarı var...çok mükemmel bir dörtlük...
Bizim şarap içmemiz ne keyfimizden, Ne dine, edebe karşı gitmemizden... Bir ana geçmek istiyoruz kendimizden, İçip içip sarhoş olmamız bu yüzden... <<Hayyam>>
evet necip fazılın en sevdiğim şiirlerinden biri bu BEKLENEN Ne hasta bekler sabahı, Ne taze ölüyü mezar, Ne de şeytan, bir günahı, Seni beklediğim kadar. Geçti, istemem gelmeni, Yokluğunda buldum seni; Bırak vehmimde gölgeni, Gelme, artık neye yarar?
Ben bu forumda Nazım Hikmet hayranlarını duyunca çok şaşırdım ve bu şaşkınlığıma ilk defa sevindim ustanın bu şiiride benı çok etkiler. MAVİ GÖZLÜ DEV, MİNNACIK KADIN VE HANIMELLERİ O mavi gözlü bir devdi. Minnacık bir kadın sevdi. Kadının hayali minnacık bir evdi, bahçesinde ebruliii hanımeli açan bir ev. Bir dev gibi seviyordu dev. Ve elleri öyle büyük işler için hazırlanmıştı ki devin, yapamazdı yapısını, çalamazdı kapısını bahçesinde ebruliiii hanımeli açan evin. O mavi gözlü bir devdi. Minnacık bir kadın sevdi. Mini minnacıktı kadın. Rahata acıktı kadın yoruldu devin büyük yolunda. Ve elveda! deyip mavi gözlü deve, girdi zengin bir cücenin kolunda bahçesinde ebruliiii hanımeli açan eve. Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev, dev gibi sevgilere mezar bile olamaz : bahçesinde ebruliiiii hanımeli açan ev.. ve şu sözü hiç aklımdan çıkmaz yanlış hatırlamıyorsam DAVET Dörtnala gelip Uzak Asya'dan Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim. Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplakve ipek bir halıya benziyen tobu cehennem, bu cennet bizim.Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,yok edin insanın insana kulluğunu,bu dâvet bizim...Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hürve bir orman gibi kardeşçesine,bu hasret bizim...
Burasını biliyordumda karıştırıyordum hep teşekkürler flexor hocam...Bu arada arkadaşım anlattı bu şiirle ilgili bir hikaye Onur Akın olması gerekiyor hikayeyi anlatan.Bir televizyon programında lise aşkını anlatmış...Ve bu şiirin ilk baştan ilk kıtasını sölemiş kıza aradan bişeyler geçmiş işte tam hatırlamıyorum sonra 2. kıtasını mükemml bir hikayeydi ağlıcaktım az daha arkadaşım bana anlatırken...Bilenler varsa tam olarak paylaşabilir mi bizimle?
Şiirle çok yoğun alakam yoktur ama ben de ekleyeyim madem sevdiğim bir tane.. Geri Gelen Mektup Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden? Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu? Pervane olan kendini gizler mi hiç alevden? Sen istedin ondan bu gönül zorla tutuştu. Gün, senden ışık alsa da bir renge bürünse; Ay, secde edip çehrene, yerlerde sürünse; Herşey silinip kayboluyorken nazarımdan, Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse... Ey sen ki kül ettin beni onmaz yakışınla, Ey sen ki gönüller tutuşur her bakışınla! Hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince Çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince Gönlümdeki azgın devi rüzgarlara attım; Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım. Gözler ki birer parçasıdır sende İlahın, Gözler ki senin en katı zulmün ve silahın, Vur şanlı silahınla gönül mülkü düzelsin; Sen öldürüyorken de vururken de güzelsin! Bir başka füsun fışkırıyor sanki yüzünden, Bir yüz ki yapılmış dişi kaplanla hüzünden... Hasret sana ey yirmi yılın taze baharı, Vaslınla da dinmez yine bağrıdaki ağrı. Dinmez! Gönülün, tapmanın, aşkın sesidir bu! Dinmez! Ebedi özleyişin bestesidir bu! Hasret çekerek uğruna ölmek de kolaydı, Görmek seni ukbadan eğer mümkün olaydı. Dünyayı boğup mahşere döndürse denizler, Tek bendeki volkanları söndürse denizler! Hala yaşıyor gizlenerek ruhuma 'Kaabil' İmkanı bulunsaydı bütün ömre mukabil Sırretmeye elden seni bir perde olurdum. Toprak gibi her çiğnediğin yerde olurdum. Mehtaplı yüzün Tanrı'yı kıskandırıyordur. En hisli şiirden de örülmez bu güzellik. Yaklaşması güç, senden uzaklaşması zordur; Kalbin işidir, gözle görülmez bu güzellik... Hüseyin Nihal Atsız
BAYRAK Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü Kızkardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü. Işık ışık, dalga dalga bayrağım, Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım. Sana benim gözümle bakmayanın Mezarını kazacağım. Seni selamlamadan uçan kuşun Yuvasını bozacağım. Dalgalandığın yerde ne korku ne keder... Gölgende bana da, bana da yer ver! Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar! Yurda, ay-yıldızının ışığı yeter. Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün Kızıllığında ısındık; Dağlardan çöllere düşürdüğü gün Gölgene sığındık. Ey şimdi süzgün, rüzgarlarda dalgalı; Barışın güvercini, savaşın kartalı... Yüksek yerlerde açan çiçeğim; Senin altında doğdum, Senin dibinde öleceğim. Tarihim, şerefim, şiirim, herşeyim; Yer yüzünde yer beğen: Nereye dikilmek istersen Söyle seni oraya dikeyim! Arif Nihat Asya
asık veysel satıroglu; atatürk e agıt Ağlayalım Atatürk'e Bütün dünya kan ağladı Başboğa olmuştu mülke Geldi ecel can ağladı Şüphesiz bu dünya fani Tanrı'nın aslanı hani İnsi cinsi cem'i mahluk Hepisi birden ağladı Doğu batı cenup şimal Aman tanrım bu nasıl hal Atatürk'e erdi zeval Yas çekip nevsen ağladı İskender-i Zulkarneyn Çalışmadı bunca leğin Her millet Atatürk deyi Cemiyet-i akvam ağladı Atatürk'ün eserleri Söylenecek bundan geri Bütün dünyanın her yeri Ah çekti vatan ağladı Fabrikalar icad etti Atalığın ispat etti Varlığın Türk'e terk etti Döndü çark devran ağladı Bu ne kuvvet bu ne kudret Varıdı bunda bir hikmet Bütün Türkler İnönü İsmet Gözlerinden kan ağladı Tren hattı tayyareler Türkler giydi hep kareler Semerkand'ı Buhara'lar İşitti her yan ağladı Siz sağ olun Türk gençleri Çalışanlar kalmaz geri Mareşal Fevzi'nin askerleri Ordular teğmen ağladı Zannetme ağlayan gülmez Aslan yatağı boş kalmaz Yalınız gidenler gelmez Felek-el mevt'in elinden Her gelen insan ağladı Uzatma Veysel bu sözü Dayanmaz herkesin özü Koruyalım yurdumuzu Dost değil düşman ağladı